4 Nisan 2015 Cumartesi

ANTİK MISIR’DA TEK İLAHLI BİR DİN
FİRAVUN AKHEMATON ve KRALİÇE NEFERTİTİ


            18. hanedana mensup Firavun III. Amenhotep oğlu Firavun Akheneton; en basit tabiat hadiselerinin idaresi için dahi bir düzine ortak ve yardımcıya ihtiyaç duyan baş ilah Ra ve onun avanelerinden meydana gelen, bir din olmaktan çok anonim şirketi andıran bu sistemden sıtkı sıyrılınca “ben bu sistemi bozarım” diyerek çekti restini. Kafaya koyduğu yeni dini tesis edebilmek için yanına karısı Nefertiti’yi de alarak başkent Teb’i  ve Luksor mabedini terk edip yeni bir başkent kurmak maksadıyla Amarna’ya gitti. Tarih bu Firavun soyunu niye müteahhit değil de kral olarak anar; anlamak zor. Sırf necis cesetleri rahat etsin, bir yandan da namları yürüsün diye kasaba büyüklüğünde mezarlar inşa ettirdikleri yetmiyormuş gibi, bir de akıllarına öyle esti diye kalkıp sıfırdan başkent yaptırıyor herifçioğlu. Ulan başkent dediğin prefabrik nöbetçi kulübesi mi? “Nerden geliyor bu değirmenin suyu” diye sorulacak olursa: Nil’den tabii. Altın zibil. Gerçi altın ağaçtan toplansa böyle saçılıp savrulmaz. Baba parası mı yiyolar, nedir?

YENİ DİN KURDUM, İMAN EDİN
            Ulan bunun nesi yeni? Sen Ra’yı, Maat’ı, Seth’i, İsis’i aforoz ettin de ne oldu? Şefleri, müdürleri işten attı, şirketin başına Aton isimli yeni bir CEO geldi. Dostlar alışverişte görsün. 
            Yeni bir başkent, yeni bir tapınak, bize yeni bir din lazım mottosuyla yola çıkan Akheneton, mevcuttaki tapınaklardan da eski ilahların isimlerini teker teker sildirdi. İşte devrim.

ENSEST Mİ? MÜHİM OLAN DEVLETİN BEKAASI
            Mısır’ın yeni peygamberi, tebaaya iman etmesi için yeni bir din verdi lakin, kraliçe Nefertiti Akheneton’a bir erkek bebe veremedi. Anca kız. Tam altı tane. Ee, Akheneton’dan sonra kim sürdürecek dini ve krallığı? Hmm. Çarelerin yalnızca demokrasilerde tükenmediği fikri doğru değil. Bacısını nikahına aldı gavat. İşe bak ki, helalinden yürümeyen soy, bacısından filiz verdi. Zaten sülalede kan bozuk. Böyle acayip işlere şaşılmaz.
            Tutankhamon denen veled-i zina, bu iğrenç beraberliğin mahsulü olarak peyda oldu. İşler böyle yürüyüp giderken, kraliçe Nefertiti de kendi payına düşen midesizliği icra etmek için çıktı sahneye. Kocası nalları parlattıktan sonra tahtta söz sahibi olabilmek için yapması gerekenin ne olduğu bilen biri olarak tuttu öz kızı Ankhesunamon’u, babası kendi kocası, anası da görümcesi olan Tutankhamon’la evlendirdi. Varan iki. Al sana bi ensest daha.

GENLER GEMLERİ ELE ALIYOR
            Tutankhamon denen sabi, alet olduğu taht oyunlarından habersiz, evliliğini devam ettirirken baba bir ana ayrı kardeşinden iki kızan sahabı oldu. Ama kızanlar daha “baba” diyemeden öldüler. Yani ki genlerin midesi gidişatı kaldırmadı. Zati Tutankhamon da aynı kanın mahsulü olduğundan 19 yaşında piramidi boyladı. Olm, siz kardeş katli bahsini çok yanlış anlamışsınız. Bereket versin pis kanınız devamkâr olmadı.


PERDE KAPANIYOR
            Karnak Mabedi’nin Papa’dan daha kudretli Amon Rahipleri’ni kapıya bacaya koymayan Akheneton, 15 yıllık hükümranlığından sonra yerine geçen oğlu Tutankhamon’un gadrine uğradı. Meğer kendi oğlu bile babasının dinine iman etmiyesiymiş. Evvelce Tutankhaton olan ismini daha sonra Tutankh-Amon olarak değiştiren bu mirasyedi velet, babasından sonra eski paganist düzene geri döndü. Amon Rahipleri’ne iade-i itibar eyledi. Tutankhamon da daha 19’undayken keten bezlere sarılınca Amon Rahipler’i, velinimetleri bildikleri bu bacaksıza bi cenaze merasimi tertip ettiler ki, vay babam, dillere destan.(Zaten Antik Mısır dönemine ait arkeolojik keşiflerde bulunan en büyük hazine bu kansızın mezarında çıktı. Howard Carter mezarı 13 senede zor bela boşalttı.) Tabii Akheneton da piramidinde ters döndü. Herifin binbir zahmetle ihdas ettiği dini tarumar ettiler. Mabedlerden adını kazıdılar. Öyle ki, ölümünden 3000 yıl sonra Tutankhamon’un Howard Carter tarafından keşfedilen mezarında Akheneton’a ait ne var ne yoksa silinmiş olduğu görüldü. Ee, ne bekliyodun ya Akheneton? Tahtı aha böyle kanı bozuk, sütü çiğ picin birine teslim edersen olacağı budur.



            

9 Mart 2015 Pazartesi

Vejetaryenlik ve Bir Manifestosu


Sanatçımız İbrahim Tatlıses’in sıkça tekrarladığı bir çift söz vardır: “Saygı Duyuyorum!”
Bunu tekrarlamasının bir sebebi olarak sıkça söz dalaşına girmesini görüyorum.
C (si) ve Sistem Programcıları Derneği’nin çok kıymetli hocalarından Necati Ergin’di yanlış hatırlamıyorsam, bir manifestoyu kendi sitesinde yayınlayan. (Şimdi açılmıyor.)
Vejetaryen Manifesto’yu okurken kafama doğru gelen taşlara maruz kalmıştım! Çok ağır yazılmış!
Biz epey aşağılık varlıklarmışız... Okudukça bu fikre kapılmak işten değil!
Bana göre et yiyen insanlar bu durumu ideolojilerine mal edebildiler ise sorun yok! Manifestonun saldırdığı tarafta olmak cevap hakkı doğuruyor. Ben de saygı duyarak başlayayım…
Dünyada mevcut taraftarları olan çok akım var! Objektif bakabilirsek hepsine ‘Saygı duyarız!’.
Saygı duymak için çaba göstermek gerekir. Elbette saygı duymak zorunluluk değildir. Onu göstermek zorunluluktur! Toplum ancak saygıyla devamlılığını korur. Bu kadar çeşitli akımlar, inançlar varken saygı göstermek önemsiz olamaz! Vejetaryenlerin duygu temelli felsefelerini öğrendiğimde belli bir saygı duydum. Fakat mantık temeli bulmam gerekiyor gerçekten saygı duymam için… Ne mantığı!?
İnsan mutlak olana doğru sürekli bir yolculukta(sorgulamada) olmalıdır! Bu, akıl sahibi olmanın getirdiği bir sorumluluktur. Aklın ulaşmak için çabaladığı ‘Mutlak’ ; son durak olan, ezeli olan, bitmeyen, amaçları belirleyen, kanunları koymuş olan ve her sorunun tek doğru cevabını bilen varlıktır.
Varlık âleminde mutlak kavramı var olduğundan, insan için tartışma ve ayrılma konusu olan her şeyin de en doğru cevabı bir tanedir! Bu süreçte 'akıl' yalnız kalamadığı için çeşitli noktalarda saplanabilir! Mutlak olanı ‘arayan akılları’ farklı noktalarda saplanmış insanlar tartışır ve ayrışır…
Bir parantez konusu;
“Ben senin yerinde olsaydım…” diye başlayıp, empati kurduğumuzu zannederek ne yapacağımızı söylememiz fantezidir. Bilincin, beden değiştirmesinden bahsetmektir! Sadece bilinç de değil, beynin de değişmesi lazım! Bazı konular henüz açıklanmadığı için belki sadece beynin değişmesi yeterli olabilir! Çünkü mevcut bilgilerimize göre hafıza, beynin bir hizmetidir! Belki bilinç herkeste birebir aynıdır! Eğer öyleyse burç gibi doğum zamanıyla belirlenen karakter kısmının da beyinde olduğunu varsayarsak beynin değişmesi yeterli olur! Bu fantezi değil de nedir! İlginç ve bilinmezlerle dolu bir konuya temas edişimi mazur görün! Empati gereklidir, fakat çoğunluk tarafından başarılamadığı halde başarılıyormuş gibi söylenmesine karşıyım. Ayrıca yerinde olsaydım meselesi gerçekte mümkün olmadığı için buna en yakın makul seçenek ‘Bendeki akıl sende olsaydı, şöyle şöyle yapardın!’ anlamı çıkarmaktır… Bu hali de varsayımlarla ayakta kalır. Kimin aklı daha fazla! Tecrübeleri ayırabildik mi akıldan! “Benim tecrübelerim ve aklım sende olsaydı…” İyi de belki ben senden daha tecrübeliyim! Benim her yaşadığım anı biliyor musun ki! Aklımızı da karşılaştırmış değiliz! IQ testi mi yapacağız! Benim aklım seninkiyle aynı şekilde mi çalışıyor? Farklı şekilde çalışıyorsa, bu zeka testi iş görmez ki!
Vejetaryenler için empati kurmaya çalıştık da, sadece onların felsefesini öğrenmiş olduk! Zaten onlar bizim için empati kurma zahmetine girmemiştir çünkü normalden farklı hale sonradan geldiler! Yani eskiden sürünün bir parçasıydılar ‘istemeden’! Sonra bu felsefeyi benimsediler ve özel oldular. ‘Az’ yani! Sonra onların seviyesine çıkamamış insanlara hakaret etmeye başladılar! İşte bu yüzden, onları da empati kurmak için çaba göstermeye davet ediyorum.
Bakın biz et yemekte ısrar edenler neler düşünüyor;
Mutlak olanı arayan insanlar olarak, önce en temel sorulardan başladık! Biz kimiz? Gerçekten var mıyız!? “Düşünüyorum! O halde varım!” dedi Descartes. Hak verdiler kendisine! Bunu temel aldıktan sonra; neden ve nasıl var olduk!? Bu noktada ‘üç kol’a ayrıldık! Bir kısmımız “Bizi mutlaka bir varlık yaratmıştır!” dedi! Bir kısmımız “Hayır! Öyle bir şeye gerek yok! Hatta zaten böyle bir varlık yok!” Dedi… Bir kısmımız da “Bunu henüz bilemeyiz!” dedi…
Mutlak olanı aramakta olan aklımız iç ve dış engellere karşı aynı mücadeleyi verebilmiş olsaydı, ya da aklımızı bu yolda azimle kullansaydık aynı sonuca ulaşırdık! Bunu başaramadığımızdan, insanlık olarak ayrışmış olduk… Fakat hepimiz biliyoruz ki bu üç önermeden bir tanesi mutlaka doğru! Diğer ikisi yanlış… (Bilinemezcilerinki de bir önermedir. Çünkü diğerleri bilinebildiğini iddia ediyor! Hiç önermesi olmayanlar da var… Oranları çok az olduğu için pek önemsenmezler! Zaten onlara, kendilerinden başka kimse değer vermemektedir…)
Bu ayrışmadan sonra sorduğumuz soruların çoğuna ayrıldığımız inançlarımızı referans alarak cevaplamaya çalıştık! Bu üslubun, Bilim açısından sağlıklı olmadığını her kesimin her fırsatta dile getiriyor olmasına rağmen henüz (üstü örtülü de olsa) bunu bırakmış değiliz…
İdeoloji dediğimizde, dini inanç ve bunun desteklediği temel prensipler akla gelir. Bizim, kimlerden olduğumuzu gösterir bazen. (‘Bir tek kişi’nin savunduğu ideolojilere pek rastlanmaz.)
Hayata bakış açımızdır bir yandan!
“Güneşe bakanlar!” diye küçük bir aile tarikatı haberi vardı bir ara! Hem de Türkiye’de! Bunlar belli sürelerde Güneşe bakıyorlar! Aydınlanmanın başka yolu yokmuş onların liderine göre!
Ne dersiniz!? Saygı duyulmalı mı!? İsteyen duyar, isteyen duymaz ama göstermeli..!
Esasında ideoloji sahibi insanlar diğerlerine karşı saygı duyamazlar! Dahası; ‘ne halleri varsa görsünler’ yerine “Saygı duyuyorum!” denir. Bunu söylemekle bir çeşit saygı gösterisinde bulunuruz… İdeoloji şaka değildir! Gerçekten bizimki ile zıt olan ideolojileri savunan insanlara saygı duyuyorsak, kendi ideolojimize saygısızlık etmiş oluruz! Şahsen kendi ideolojimi, ona ‘saygısızlık etmemek için çaba gösterecek kadar çok' benimsemişimdir… Eminim benim gibiler çokçadır… smile ifade simgesi
Manifestoda hocamızın saldırı niteliğindeki saygı göstermekten bahsedilemeyecek cümlelerine saygı duymak durumunda mıyız!? Saygısızlık gördüğümüzde ne yapmalıydık!? Bunun da mutlak cevabını bulmalıyız…
Neden başka canlıların etlerini ve ürünlerini yemeyelim!? Duygusal açıdan; Pek çoğunun aynı bizim gibi iki gözü var! Beyni var! Mide, ciğer, kol-bacak vs… Onlar da aile ve diğer sosyal ilişkiler ağında yaşıyorlar! Fakat bir böcek ile bir ineği aynı kefede değerlendirmeyiz! Bizimle görece daha çok ortak özellikleri olan canlılara daha çok acırız! Küçüldükçe önemleri de azalıyor çoğunluğun gözünde! Tek hücreli canlıları ise günlük hayatımızda zaten göremeyiz. Onlar bizden hiç saygı gösterisi beklemesin! Vejetaryenlerden bile…
Bu duygusallık, kendi türümüze karşı olan akrabalık duyguları temelinde gelişmiştir sanırım! Yamyamlık nadir rastlanan bir tercihtir. (Çinlilerden yamyam çıkabildiğini öğrendikten sonra bu oranın epey artmış olduğunu düşünebiliriz…)

Biz hem etobur hem otoburuz. Biz sayısını bilemediğimiz canlılardan biriyiz! Canlılık doğanın en ilginç özelliğidir. Bizim varlığımız bu ilginç özellikle ilgilidir. Bu özelliğin devamlılığı ise ekosistemler ile gerçekleşmektedir. Ekosistemde çok çeşitli boyutlarda ve özelliklerde nice canlının, birbirlerine yem olması vazgeçilmez bir sistem özelliğidir! Yani doğa dediğimiz bizi büyüleyen muhteşem ‘şeyde’, aynı zamanda canlıların diğerleri tarafından yenmek için öldürülmesi, ölmüş halinin de mümkün mertebe ayıklanması düzenlenmiştir. Virüs sebebiyle hastalıktan ya da yaşlılıktan ölmüş bir ceylanın üstüne üşüşenlerin sayısı çok fazladır! Tek hücreli canlılar, leş yiyen kara ve hava hayvanları… Mikro organizmalar ‘molekül yığını’ halindeki ölmüş hücrelerin tekrar toprağa kazandırılmasında en önemli işlevi görürler!
İnsan da bir ekosistem canlısıdır! Bedeni bu gezegenin moleküllerinden oluşmuştur! Fakat özel bir konumda olduğuna inandığından ölmüşleri olduğu gibi toprağa atmaz. İnançlarına uygun gömer! Neticede pek çok gömülme şeklinde, yıllar sonra geriye sadece kemikler kalır.
Biz vejetaryen felsefeyi diğer canlıların da benimsemesini isteyebiliriz! Ama bu mümkün değildir! Onlar, duygusuzlukları yüzünden etobur olmadılar! Aslan gibi pek çok canlı acıktığı zaman yemek için saldırır. Karnı doyduğunda yanından koca bir sürü yavaşça geçse bile saldırmaz…
Ekosistemi aslanın duygusal tercihleri belirlemedi! Bu sistemde hiçbir canlı etken değildir! İnsan aksini 'zanneder'! Her şey edilgendir… Neden-sonuç ilişkileri evrenin bir karakteristiğidir…
Biz yemezsek başka canlılar yiyecek! Mikro organizmalar ölmüş olanları görmezden gelebilir mi?
Diğer canlılar birbirine bu ‘insansı duygusal saygıyı’ göstermeye kalksa ne olur dersiniz!? Ortalık ölmüş hayvanların cesetleri ile dolar. Pek çok canlı türü kısa sürede yok olur! Topraklar verimliğini kaybetmeye başlar. Bitki türleri azalır. Atmosferin de karışım değerleri değişir. Bekleyen son ise toprağın, hiçbir bitkinin yetişemediği bir hale gelmesidir. Bu da kalan canlıların gıdasız kalmasına sebep olur. Yani dünyada canlılık yok olur…
Başka canlıları yememek gibi bir saygı gösteriş ile ekosistemlerin bozulmasına yol açan bir süreci desteklemiş oluruz! İnsan kendisini ekosistemlere ihtiyaç duymayacak şekilde hayatta tutmayı öğrenecek gibi görünüyor fakat diğer canlıların böyle bir alternatifi yok.
Ölmeyecek canlı yoktur. Hepsinin ortalama ömrü vardır. Bir canlının ölme zamanı tesadüf müdür!?
Değilse kim veya ne belirler!? Beş gün daha yaşaması, bir yıl daha yaşaması kimin takdiridir!? Sadece hayatta olmak mıdır önemli olan! Varlığı bir amaç uğruna mıdır!? Ölmesi yaşaması kadar kıymetli midir!?
İşte inançlarımızdır bu soruları cevaplayan… İlahi dinlere göre yaşamak ve ölmek eşit değerli olaylardır. Hepsinin yeri ve zamanı ayrıca amacı bellidir! Belirlenmiştir… Ekosistemin bir parçası olmak kötü bir şey değildir. Canlılara saygı duyarak onların yenmemesi düşüncesi diğer yandan ekosisteme saygısızlık göstermek anlamına gelir. Bunun devamında, yani en yaygınlaşmış halinde ise canlılığın sürekliliğine vesile kılınmış neden-sonuç ilişkisi olan ekosistemlerin yok olması vardır… Peki vejetaryenler hiç mi bu açıdan düşünmedi mi!? Düşündüyse, vejetaryenlerin çoğu ‘ilahi dinler’den hiç birine inanmıyor sonucuna ulaşırız!?
Üstelik İslam dininde hangi hayvanların, hangi şartlarda nasıl yenebileceği bizlere bildirilmiştir. Gelişi güzel bir mesele değildir! Kesilmesi müsait olan bir hayvan, Allah’ın adı anılmadan kesildiyse o yenmemelidir! Murdar olmuştur! Havyan mümkün olduğunca acı çektirilmeden öldürülmelidir! Demek ki; bu işte hem yaratıcıya hem ‘kesilecek’ hayvana saygı gösterilmesi mecburiyeti vardır!
Üstelik bizim bu uygulamalarımız, ekosistemlerimiz ile uyum içindedir! Sizinki ise öyle değil!
İnançlarımız gereği yapmamızın uygun olduğu bir şeyi tatbikimize neden saygı göstermiyorsunuz!? Hani siz kendinizi daha uygar ve özel görüyordunuz!? Manifestoda okuduklarımızda, böyle bir seviye göremedik! Sizin açınızdan uygun olmayan bir şeyi kendi inançlarının usulüne göre yapan kimselere saygı göstermek çok mu zor!
Bu açıdan bizim gözümüzde; yeterince düşünmeden, ithal felsefeleri benimseyen bir avuç insansınız!
Cem Yılmaz’ın esprisindeki : “İki tütsü aldım, yoga yaptım!” diyenden ne farkınız var!?
Sanayideki duyarsızlığımız ölçüsünde doğanın dengesini bozduğumuz için kendimizi lanetleyip duruyoruz. Düşüncesizlik dediğimiz nedir!? Saygı duymaktan benimsenmiş bir felsefenin aslında ‘saygı duyulan şeyin yok olmasını desteklemek anlamına geldiği’ paradoksuna gark olmuş insanların bu halleri düşüncesizlik değil midir!?
İşte biz et yiyenler böyle düşünüyoruz. Fakat sizlere karşı, sizin bize göstermediğiniz saygıyı göstermeye çalışacağımıza -en azından kendi adıma- söz veriyorum!


Bilinen Vejetaryenlik Türleri
sozluk.sourtimes.org’dan edindiğim bilgilere göre :
Vegan: Katı vejetaryen olarak da nitelenen bu grup, hayvanlardan elde edilen tüm gıda ve ürünleri kullanmayı reddederler. Buna süt, yumurta, bal ve jelâtin gibi gıdalar dâhildir.( E 441 kodlu gıda katkı maddesi olan jelatin, sığır ve balık gibi hayvanlardan elde edilen, hayvansal kaynaklı bir proteindir. Jelatinin %83'ü protein, %15'i su ve %2'si de mineraldir.) Veganlar genellikle deri, yün, ipek gibi hayvansal ürünleri de kullanmazlar. Bu kişiler, insanların kendi zevk veya ihtiyaçları için hayvanların kullanılması fikrine karşıdırlar.
Lakto-Ovo vejetaryenler: Hiç bir hayvan etini yemezler, ancak yumurta ve süt ürünlerini tüketirler. Kuzey Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre, vejetaryenlerin %90-95’i bu gruba girmektedir. (lakto:süt, ovo:yumurta anlamındadır.)
Lakto vejetaryenler: hayvan etini yemedikleri gibi, potansiyel bir hayata son veriyor olma kaygısıyla yumurta tüketmekten de kaçınırlar. Süt ve süt ürünlerine yasak yoktur.
Ovo- Vejetaryen: Süt tüketmeyip, yumurta yerler.
Pesketaryen: Hayvan eti olarak sadece balık tüketirler.
Semi-Vejetaryen: Kırmızı et yemeyen fakat beyaz et yiyenler.
Fruteryan: Bunların sayıları çok azdır. Bitkilerin ve ağaçların meyvelerini yiyerek yaşarlar. Besinleri pişirmeden yerler. Bunun sebebi besinlerdeki hayat enerjisi (vitamin vs.) pişirildiğinde çoğunun yok olduğu veya azaldığı içindir.
Çiğ beslenme: Veganlar gibi beslenmekle beraber, çiğ beslenenler doğaya ve yaşama saygılarından dolayı pişirilmiş ya da sağlığı buzulmuş besinleri tüketmezler ve sadece doğadaki haliyle çiğ olarak yenebilecek şeyleri yerler. Çiğ beslenenlere göre: ‘Sadece insan, besinlerini bozarak, doğal halini değiştirerek tüketir…’
Makrobiyotik: Yin ve Yang değerler arasında denge kurarak ruhsal, zihinsel ve fiziksel yönden doğa kurallarına uyarak beslenme ve sağlıklı kalma düşüncesinden kaynaklanır. Makrobiyotik diyette yenen besinlerin yüzde 70–90’ı tahıl, yüzde 30–10’u sebze ve meyvelerden oluşur.
Yazan: narkissos
Vejetaryenler B12 vitamini hariç bütün vitaminleri doğadan alabilirler. B12 vitaminini ise (endüstrileşmiş meyve/sebze sektöründen önce) bazı bakterilerin ürettiği ve bitkilerin üzerinde kalan haliyle alabilirler. Bütün bitkiler az ya da çok proteine sahip olduğu için; vejetaryenler (büyük bir yanılgı olan) protein yetersizliğine de maruz kalmazlar.
Kendine dikkat eden hiçbir vejetaryen ikide bir hasta olmaz. Et yiyip sağlıklı yasadığını söyleyen insanlardan daha az hasta olan vejetaryen çoktur.
Yazan: ulver

21 Şubat 2015 Cumartesi

Süslümanların Özellikleri

- Tüketim çılgınlığının esiri olmuşlardır.

- Giyim-kuşam, süslenme-püslenme, manikür-pedikür, boya-makyaj konusunda birbirleriyle yarışırlar.

- Müsriflikte sınır tanımazlar.

- Güneş gözlükleri, marka örtüleriyle bütünleşmiştir.

- Reina'nın 'muhafazakar versiyonu' Hugga'ya ve türevlerine takılırlar.

- Vakıftan, dernekten, teşkilattan, kurumdan tanıdıkları erkeklerle nargile keyfi yaparlar.

- Facebook'ta, Twitter'da, Instagram'da bol bol fotoğraf paylaşırlar.

- Dikkatlerin üzerlerine çevrilmesinden rahatsızlık duymazlar.

- Erkeklerle tokalaşmakta beis görmezler.

- Yabancı erkeklerle sohbet etmekten hoşlanırlar.

- Namaza karşı gevşek davranırlar.

- Sünneti reddeden 'Meâl Müslümanlarının' peşine takılırlar.

- Ehl-i Sünnet itikadını müdafaa edenlere karşı nefret duyguları gelişmiştir.

- Felsefeyi yanlış anlarlar.

- Farkında olmadan İslam düşmanlarına hizmet ederler.

- Rol modellerinin ruhları çıplaktır.

- Evlilik kriterleri arasında 'dindarlık' yoktur.

- 'Dindarları' kendilerine yakıştırmazlar.

- Eş seçiminde zenginliğe ve 'fırıldaklığa' dikkat ederler.

- Dünyevi kazanç konusunda ustalaşmışlardır.

- Kariyer basamaklarını 'referansla' hızlı tırmanırlar.

- Belli başlı sektörlerde çabuk yükselirler.

- Yardımseverliği, iyi huyluluğu, 'enayilik' olarak görürler.

- Polemiğe girdikleri kişileri başörtüsü düşmanı haline getirirler.

- Hayır ve hasenatlarına riya karıştırırlar.

- Komplekslidirler. Feministlere şirin gözükmek için, gerçek tesettürlü hanımlara tepeden bakar, onlara burun kıvırırlar.


Kaynak:
Emir Müşir - habervaktim.com

26 Ocak 2015 Pazartesi




Ger derse Fuzuli ki güzellerde vefâ var
Aldanma ki şair sözü elbet yalandır

Dest-bûsı ârzûsuyla ölürsem dostlar,
Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su.

İlm kesbiyle pâye-i rif'at
Bir hayal-i muhal imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kıyl u kâl imiş ancak

Neyanar kimse bana âteşî dilden özge, 
Ne açar kimse kapım bâd-ı sabâdan gayrı





Yazım içün Ömer Özdek'e teşekkürler...

17 Ocak 2015 Cumartesi





Trafikteki Saygınlığımız


Saygıyı benimseyememiş insanların altına araba verirseniz trafiğin durumu bugünkinden farklı olmayacaktır.
Hemen hepimiz her gün trafiğin kargaşasından şikayet eder dururuz. Trafiğe çıkan en sakin insanın bile şalterlerinin attığı çok olmuştur. 
İstanbul ve trafiği âdeta bir kıyma makinesi gibi.
Kendi organizmasını oluşturmuş inorganik bir sistem.
Şikayetlerimizi sıralarsak buradan Kaf dağına yol olur.

Ama benim değinmek istediğim nokta başka bir şey.
Bendenizin anlatmak istediği; kendi saygımıza bu kadar kolaylıkla tecavüz etmemiz.
Ekseriyatımız trafikte kural nedir tanımayız hak nedir bilmeyiz hukuku çiğneriz.
Düşünsenize trafik kurallarından birini ihlal etmenin cezası hapis olsaydı sokakta çocuklardan başka insan kalmazdı.
Daha geçen akşam bir olaya şahit oldum ki akıllara zarar.
Anası babası belli terbiyesi kayıp bir mahlukat, kırmızı ışıklarda durağan halde. Sağ koltukta oturan şahsiyetsiz arkadaşı kapıyı açıp yolun ortasına bira şişesini bıraktı.

Vah İstanbul sen böyle densizleri barındaracak şehir miydin ?
İnsanın el frenini çekip arabadan inip o şişeyi adamın kafasına vurası gelmiyor değil. Arabaya vursak arabaya yazık.
Ulan deyyus herif, ya senin arkandan bir araç gelip o şişeyi ezse! 
Belki lastiği patlamayacak. Ya sürücüsü panikleyip ani bir hareket yapıp yoldan çıksa ? Velev ki bunun bir ambulans olma ihtimalini göz önünde bulundursak ?
O beyni olmayan şahsın ruhu bile duymayacaktı.

Hasıl-ı kelâm şöyle bir düşünce geliyor aklıma; demek ki bu insanların kendine hiç saygısı yok keza başkalarına olsun. Devlet her yolu 10 şeritte yapsa bu böyle devam edecek.

Yolda yürümenin adabını bilmeyen bizlerin eline direksiyon tutturursan olacağı neydi ya ?
Devlet trafik sorununa çözüm bulamıyor demeden önce biz ne kadar kurallara uyuyoruz bir düşünmek, iğneyi kendimize batırmak lazım.

Yoksa her gün trafiğin içinde kelle koltukta gitmeye daha çook devam ederiz...


*Hayat kurtarıcı not: Uzun araçları sağ taraflarından sollamaya kalkmayın!!!

15 Ocak 2015 Perşembe









Boşluk


Niçin var olduğumuzu unutmamak gerekli hayatı anlamak için.
Sadece yemek, içmek, eğlenmek için bu dünyaya gözlerimizi açmadık. Var oluş sebebimizi unuttuğumuz an uçurumdan yuvarlanmaya mahkumuz.
Bir şeyleri ispat etmeliyiz.
Kendimizi kanıtlamalıyız.
Evet kanıtlamalıyız.
Kanıtlayacağımız kişiyi yanlış yerlerde aramak insanların yaptığı en vahim hatadır.
Bizi yoktan var edeni, rızkımızı vereni, yaşam ile ölüm arasında öncesinde ve sonrasında dahi her şeyimizi bileni, yazanı, kadir-i mutlak olanı unutmaktan daha kötü ve cahilce ne olabilir ki bu pislik içinde yüzen dünyada?
Para için kendimizi yok saydığımızı unutmak farkına bile varmadan yok olup gideceğimiz bu dünyaya en muhteşem güzellik.
Evet güzellik bu dünyanın bizden istediği bu.
Bir hiç olup en aşağılık varlık haline getirmek.
Bu hiçliği öylesine benimsemişiz ki neler kaybettiğimizi göremeyecek kadar körleşmişiz.
Bu girdaptan kurtulmak için ölümün bizi yakalamasını beklemekten başka bir yol bulmalıyız.

Varlığımıza bir anlam katmak için...